Haberleşmenin mazisi insanlık tarihi kadar eskidir.
Geçmişte insanlar, birbirlerine karşı duygu ve dileklerini göze, kulağa hitap eden işaretleşme yöntemlerini kullanarak gerçekleştirmişler; ilerleyen süreçte bu ihtiyaçların büyük bir kısmı mektupla karşılanır hâle gelmiştir.
Mektup, gideceği yere posta ile taşınır. Posta, ilk kez Orta Asya’da, iç denizin kurumasıyla baş gösteren göçlerin düzenli ve sürekli bir şekilde yapılabilmesi için Türkler tarafından geliştirilmiştir.
Vaktiyle haberleşmede posta güvercinleri kullanılmış, ayrıca yol üstlerine posta ahırları kurulmuştur. Postacılar, bu ahırlardan aldıkları atlara binip koşturarak diğer ahıra varınca yorulan hayvanları bırakıp başka bir ata binerek yollarına devam etmiştir. Ancak zaman içerisinde uluslararası ticaretin gelişmesi, yazılı geleneğin artması, mektuba olan gereksinimi daha da belirgin hâle getirmiştir.
Mektup özlemektir, mektup beklemektir, mektup yazmaktır; anaya, babaya, sevgiliye, eşe, kardeşe yazmak; hem de cesurca yazmak. Yanında yokken yanındaymışçasına… Mektup sırdır, mektup dert ortağıdır. Mektup açılırken bir telaş, bir merak sarar etrafı: “Zarfın kenarını açmadan önce / İçimde heyecan inceden ince / İçinde ne var ne vardır sence / Çeker gider hüzün gözlü postacı…”
Postacıyla birlikte mektupla ilgili nerede bir söz olsa pul da oradadır. Mektup ile pul, etle tırnak gibidir. Pul olmadan mektup bir adım öteye gidemez. Pul; bitkileri, giysileri, tarihî zenginlikleri, iz bırakmış büyükleri üzerinde taşır. “Mektup yazarım mektup / Üzerini pullama / Ben yazarken ağladım / Sen okurken ağlama…” temennisiyle mektubu alıcısına pul götürür.
Gönderilirken “Uğurlar ola, güle güle git sahibine!” diye âdeta konuşulur mektupla. Acı çekenlerin mektubu, kırılan kalplerin mektubu, ucu yanık mektuplar; el resmi çizilmiş, koku sürülmüş, kurumuş gül yapraklarıyla süslenmiş mektuplar ve daha birçok çeşidiyle sevgi, hüzne katık edilir mektupta.
Gönderilen mektubun karşılığı hasretle, sabırla beklenir. Beklenen mektup kimi zaman gecikir, kimi zamansa hiç gelmez. Mektubun gelmeyeceği anlaşıldığında sitem dolu mısralar hazırdır: “Bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır / Bugün posta günü canım sıkılır / Ellerin mektubu gelmiş okunur / Benim yüreğime hançer sokulur…”
Gelen her mektuba mutlaka bir cevap yazılır. Mektup, gönderildiği yere kesinlikle varır. Posta arabasıyla, binek hayvanıyla, posta bisikletiyle… Bunlar yoksa Ender Gıda Pazarı Abdullah Çağlak eliyle, adliye seçim şefi eliyle, Pırtıcı Memiş eliyle, elbirlerle ve nice isimsiz taşıyıcılarla gideceği yere geç de olsa mutlaka ulaşır mektup.
İş için, rızık için yurdunu terk eden insanların acıları tam anlamıyla yansır mektuba. Ta uzaklarda, yakınların nefesi mektupla hissedilir; mektupla soluk alınır. Adı sanı bilinmedik diyarlara, yaban ellere gidenler; dert, çile, yoksulluk türküleri besteleyip nakış nakış işlerler mektuplarına. Günler ayları, aylar yılları kovalar; dünyanın yükünü omuzlayan eşler, yol gözleyen çocuklar, yavrularının büyüdüğünü göremeyen babalar; ömrün tükendiği uzun yollarda mola vermeden feryat dolu hikâyeler bırakırlar geride. Unutulmayan son gidişlerle birlikte ıstıraplar yalın kat edilip dizelere aktarılır mektupta: “Tam yedi sene oldu / Ne mektup var ne haber / Yuvayı beter ettin / Sen de olasın beter…”
Beter havadis getireceği bilinse de bilinmese de yine de beklenir mektup. Kimi zaman ağlayan gözlere şefkat, kimi zaman tebessüme verilen karşılık, kimi zaman da teselli için cevap olur. Umutlar, umutsuzluklar, kaygılar, karamsarlıklar yüklenir mektubun satırlarına ve götürsün götürebildiği yere kadar, denilir. “Mektup benden selam söyle sılaya / Söyle benim için de eller ağlasın / Gözü yaşlı düştüm gurbet ellere / Uzaktır aramız da yollar ağlasın…”
“Mektubumu uzak diyarlardan yazıyorum. Geciktirdiğim için beni bağışla! Unuttu falan diye aklına bir şey gelmesin. Bugünlerde moralim bozuk. Evden mektup gelmiyor. Yeni başladığım lise öyle bir okul ki alışık olmadığım bir hayatın içine düştüm. Kızlarla nasıl konuşulur bilmiyorum. Diğer arkadaşlara bakıyorum, hepsi de çok rahat. Kız arkadaşlar; senin ödevini yapalım, diyorlar ben utanıp yerin dibine geçiyorum. Bir şey isterlerse işaretle cevap veriyorum. Burada sanki bir ahraz gibiyim. Bazı çocuklar günah olduğu için konuşmuyor, bazıları da dili lal herhâlde, diyerek benimle alay ediyorlar. Ben onlara sadece gülüp geçiyorum. Kusura bakma, mektubumu düzensiz yazdım. Mektubuma değil satırlarıma son verirken selam eder gözlerinden öperim. Ben açık yazıyorum; senden ricam, sen açık yazma. Çünkü abim bana gelen mektupları okuyor.”
“Çok oku, çok düşün, çok şeyler anla / Aha bu mektubu alınca Hasan / Manalar iplikten incedir amma / Kelimeler biraz kalınca Hasan.” Manası ve maksadı ne olursa olsun yaşanılanların her birine kocaman bir alan açar mektup. Çaresiz kalanlar deva bulmak için umduklarına mektup yazarlar. Mektup yazmayı bilmeyenler, yazma bilenleri bulur mektubu onlara yazdırırlar. Okurken de öyle olur. Ölen, kalan, alan, satan, nişanlanan, evlenen, gelen, giden, düşen, kalkan ne var ne yok hepsi mektupta arka arkaya sıralanır.
“Köyde günler gelip geçiyor. Kardeşin samanlığın yıkılan duvarlarını örüyor. Ağabeyin geçenlerde ince çalar tırpan göndermiş, onunla yol kenarlarında diken biçiyorum. Köyde herkes iyi. Fakat Osman Hoca beyin kanamasından vefat etti. Allah rahmet eylesin. Ölüm; gençlik, ihtiyarlık dinlemiyor. Bıyıklının hanımı, kadın hastalığından öldü. Erken tedavi olsaydı beynine vurmazdı, diyor komşular. Göde Ahmet’in oğlu Zeki, Keltepe’den nişanlandı. Seyhan Cinliyurt’tan nişanlandı. Mustuk’un ablasıyla Necati’yi nişanladılar. Ekrem’in babası kamyon aldı. Köy, yaylaya göçtü. Bu sene çok kar yağdı. İneklerin ikisi buzağıladı, birinin buzağılaması da yakındır. Tosunlara çok müşteri geldi ama onları satmadım. Hanginiz erken evlenirseniz o zaman satacağım. Geceleri ayak yoluna çıkma hastalığım olmasa çok iyiyim. Ortaokulun inşaatı başlayacakmış. Evlere de su bağlanacakmış. Köyün otobüsü Kayseri’ye giderken Bünyan’da bir çocuğa çarpmış. Şoförü içeri atmışlar. Buralarda şimdilik başka havadis yok, olursa yazarım. Oralarda ne havadis varsa bize yaz. Bu arada gönderdiğin paradan yastıkların borcunu ödedik. Parana mukayyet ol! Paranı bankaya yatır, anarşistlere kaptırma! Kendine sahip ol! Anana bir hastalık tebelleş oldu. Bir ay doktora gidip geldik. Senden haber alamayınca Vali’ye mektup saldım. Oğlumdan beş aydır haber alamıyorum, oğlum yaşıyorsa dirisinden, yaşamıyorsa ölüsünden bir haber ver Vali Bey dedim. Ses çıkmadı derken çok şükür senin mektubun geldi. Arkanı unutma! Gidip geldiğin yeri bil! Kimsenin etlisine sütlüsüne karışma! Satırlarıma son verirken üzerimize farz olan Allah’ın selamını sunar, hasretle gözlerinden öperim. Okuyan, dinleyen hazır cemaat de selama tabidir. Kestane kebap, yemesi sevap, acele cevap beklerim.”
Acele cevap beklenen mektupta huzur kadar keder de vardır. Vatandan gurbete, gurbetten sılaya hasret çekenler için kocaman bir yoldur mektup. Bu yolculukta duygular, zaman zaman isteğe dönüşür: “Ulu bayramlarım gurbette geçti / Gönlümün gamını alın mektuplar / Arzuhâl yazayım Ulu Hüda’ya / Derdime bir çare bulun mektuplar…” Mektupta sevgi, aşk, merhamet; en tabii hâliyle paylaşılır. Hayaller mektupta bir başka anlatılır. Ondan, bundan çuvaldaki undan… derken mektuba girmeyen konu kalmaz. En içli, en saf duygularla arkadaşlar, kardeşler, dostlar birbirlerine mektupla ulaşırlar.
“Nasılsın, iyi misin? İyi olmanı Cenab-ı Allah’tan dilerim. Sen de kıymetsiz arkadaşından bir miktar soracak olursan hamdolsun iyiyim. Mektubun ayın on ikisinde elime geçti. Çok sevindim. Hemen yazıyorum. Siz gittiniz, ben talimgâhta kaldım. Ağustosta yüzbaşım törenle çavuş rütbemi taktı. Çok duygulandım. Bundan üç dört ay önce neydik, şimdi ne olduk dedim. Şu anda Allah’a şükür, rahatım. Eratlara iyi davranıyorum. Hepsi benden memnunlar. Acemi birliği ile usta birliği aynı değil. Sayılı günler çabuk geçer diyorum. İnsan askerlikte hayatın kıymetini; ananın, babanın, eşin, dostun değerini daha iyi anlıyor. Aşı, ekmeği paylaşmayı öğreniyor. Bir gün sivilleri giyerek nizamiye kapısından ben de çıkarım inşallah. Mektubunda roman yazmayı sürdürüyor musun, diye sormuşsun. Ben roman yazmayı bıraktım. Hayatımız burada zaten roman gibi geçiyor. Satırlarıma istemeyerek son verirken tüm arkadaşlarına selam eder, ellerinden bir gül destesi gibi sıkar, baki selamlarımı sunarım.”
Seven, sevdiğini mektupta daha kolay fark ettirir. Sevgililer, mektupla ovaların, vadilerin içinden bir rüya ortaya koyarlar. Mektupta gökyüzü başka tarif edilir. Aya, buluta, yıldıza, güneşe başka anlamlar yüklenir. Mecmuaların, ansiklopedilerin, takvim yapraklarının arasından seçilen en güzel kelimeler, hiza ve mesafeyle gergefe işler gibi işlenir mektuba. Kız, sevdiğinin elini tutmaya; erkek, sevdiğinin gözlerine bakmaya kıyamaz. Uzak kalpler, o iki kelimeyle bir araya gelir.
“Hıçkırıp ağlama içini çekip / Gözünün yaşını sinene döküp / Kapıya oturma boynunu büküp / Yolladım mektubu varıyor nazlım.” Sana bu satırları yazarken neler yaşadığımı bir bilsen! Şunu anlamanı isterim ki benim sevdam asla yamalı bohça gibi bir sevda değildir. Suyun derinliklerine gölgesi inmiş ağacın resmi gibi kalbimin içinde senin cansız hayalini düşünüyorum. Üzerine çiy düşen yapraklar misali her an karşımda bana baktığını görüyorum. Yüzlerce değil; tonlarca toprağın altında, taşların arasında, beyaz bir kefen içinde kalsam da unutma ki gönlüm hep seninle beraberdir. Çölde kalmış bir çiçeğin suya olan ihtiyacı kadar benim de sana ihtiyacım var. Bir an önce kavuşmak dileğiyle mektubunu sabırsızlıkla bekliyorum.”
Yurdun dört bucağını mukaddes bilip bilgiye susayan vatan evlatlarına su vermek, her ocaktan bir cana dokunmak, her gönüle sevgi tohumları ekmek için göreve giden öğretmen; tayin olduğu yerin ilk izlenimlerini mektupla irat eder.
“Öğretmen; köyde eczacı, sıhhiyeci, mühendis demektir. Vatandaşa gelen mektubu öğretmen okur, gönderilecek mektubu öğretmen yazar. Hastalıklara öğretmen şifa bulmaya çalışır. Düğün olur, öğretmen oradadır. Ölüm olur, cenaze evine önce öğretmen gider. Kavga olur, öğretmen ayırır; küsenleri öğretmen barıştırır. Bunları yaparsan iyi öğretmen olursun. Buralarda öğretmenlik başkadır. Köyün bir yarısıyla ilgilenirsen tehlike kapıdadır. Herkes öğretmenden güler yüz, iltifat, iltimas bekler. Aç kalırsın, açıkta kalırsın, ışıksız kalırsın, okula çocuk gelmez… Neyse hep öğretmenlikten bahsettim. Sen nasılsın, iyi misin, derslerin nasıl? Memleketten haber alabiliyor musun? Geçenlerde babamdan mektup geldi. Muhannete muhtaç olmuyorum, diye yazmış. Köyden Turpuç ölmüş. Cin Mehmet, gencecik yaşta beklenmedik bir anda rahmete gitmiş. Bekir Hoca’nın oğlunun düğününde kendisini halay çekerken görmüştüm. Dünya böyle kardeşim. Tecelli işte. Yapacak bir şey yok. Muhtarlığı da belediyeci kazanmış. Bu ay durumum iyi değil, önümüzdeki ay biraz para gönderirim. Gözlerinden öperim.”
Bir mektup vardır ki yürekler burkulur, söz boğazda düğümlenir. Yara hiç kabuk bağlamaz, usul usul kanar. O mektup, gözünü kırpmadan vatan uğruna canını feda eden şehidin mektubudur. O şehit ki başını okşayamadığı küçücük yavrusunu; elini öpemediği annesini, babasını; son bir kez sarılamadığı kardeşlerini, sevdiklerini ve sevenlerini önce Mevla’ya, sonra millete emanet edip şehit olacağını sezerek Rahmet-i Rahman’a ulaşır.
“Bugünlerde her zamankinden daha önemli muharebelere gireceğiz. Çanakkale çok çetin. Bilirsin, her muharebeye giren ölmez. Eğer ben ölürsem gam yeme! Beni ve seni yaratan Allah bizi nasıl bu dünyada nasip ettiyse benden şehitlik rütbesini esirgemediği takdirde elbette ruhlarımızı da birbirine kavuşturur. Vatan yolunda şehit olursam ne mutlu bana. Ancak sana bir vasiyetim var: Birincisi, benim için katiyen ağlama! İkincisi, eşyamın listesi ilişikte; bunları sat; ele geçecek paradan ‘mehr-i muaccel’ ve ‘mehr-i müeccel’ ini al; üst tarafı ile bana bir mevlit okut! Eğer bunlar sana borcumu ödemezse hakkını helal et ve ilk gece aramızda geçen sözü unutma! “
Mektupta dağlar vardır. Dağlar geçit vermez. Gurbet, dağların ardındadır. Dağların ardından gönderilen mektup, sahibine zor ulaşır. “Bir bulut kaynıyor Sivas elinden / Ucu telli mektup geldi yârimden / Karlı dağlar ne olur / Asker ağam gelse yaralarım eyi olur…”
Asker mektubunda gurbet derinden yaşanır. Kalem bütün haşmetiyle mürekkebini akıtır sayfaya. Kalemin ucundan en kuvvetli kelimeler, en güçlü cümleler dökülür kâğıda. “Er mektubu görülmüştür.” ibareli zarfın içinde ibret dolu sözler saklıdır.
“Doğduktan birkaç ay sonra beni çöp bidonuna bırakmışlar. Ben yetimhanede büyüdüm. Bir ailem olsaydı bu mektubu onlara yollamak isterdim ama yok. Size koğuştaki ranzamdan yazıyorum. Türkiye’nin dört bir yanından, birbirini tanımayan ancak birbirinin canını korumaya yemin etmiş bir sürü asker var. Birazdan operasyona gideceğiz. Tek dileğim: Kayıp vermeden geri dönmek. Bu mektup okunurken ben nasıl öldüğümü dahi bilmiyor olacağım. Kışladan her bakışımda birbirinizi öldürdüğünüzü, birbirinizin canını yaktığımızı görür gibiyim. Müziğin sesini çok açtı, diye komşusunu vuranlar; gücü kadına yetenler, cebindeki on lirası için adam vuranlar; kız arkadaşıma baktı, diye alayını bıçaklayanlar… Bileniniz var mı ben kimi korumak için öldüm? Et az pişti, diye garsona çıkışan adam; sen rahat uyu, diye kurşunlar başımın üstünden geçerken ben dağda her bulduğumu kestim, yedim. Arabamı solladılar, diye levyesini kapıp arabadan inen adam; beni bir çöp bidonuna atıp giden anam, söyleyin ben kimin için öldüm? Yetimhanede ve askerde en güzel şeyin ekmeği bölmek olduğunu öğrendik biz. Peki, size neyi bölmeyi öğrettiler?..”
Mektup gelir, sevinilir; mektup gelir, susulur. Okudukça ağlanır, ağladıkça okunur, ciğere dokunur mektup. İlk sözcüklerle birlikte yaş gözlerden süzülmeye başlar. Yürek sancısı vardır mektupta; çarpar durur, sızım sızım sızılar.
“Buralar çok soğuk. Her gün bir kardeşim toprağa düşüyor. Sana evlat acısı yaşattığım için beni affet anne! Biliyorum, yüreğinde kocaman bir kor yanacak; bana ağıtlar yakacaksın. Her bayramı mezarımın başında geçireceksin. O koca yüreğini yaktığım için beni affet baba! Vatan sağ olsun, derken sesin titreyecek. Çocukluğumda bana anlattığın Çanakkale şehitlerine senden selam götüreceğim. Gonca gülüm, seni genç yaşta dul bıraktığım için beni affet! Başımda ağlarken doyamadım sana yiğidim, diyerek göz yaşlarını damlatacaksın tabutuma. Sizleri yetim bıraktığım için beni affedin evlatlarım! Ellerinizi tutup yanaklarınıza bir öpücük daha kondurmak için neler vermezdim!.. Kokunuz burnumda tüterken şehitlik nasip oldu, size doyamadım.”
Yakın tarihe kadar tozlu topraklı yollarda heyecanla mektup gözlenirdi. Eskiden sadece kışlar soğuktu. Şimdiyse soğukluğun dilde de yürekte de hissedildiği bir haberleşme devri yaşanmakta. “Gökyüzünde bölük bölük turnalar / Bir name yazayım yâre götürün.” diye en içten, en berrak sözlerle mektup yazılan zamanlardan, budanmış kelimelerle irtibat kurulan günlere gelindi. Herkes, mektup sıcaklığındaki o güzel günleri özlemekte; inatla ve ümitle o sıcaklığı muhafaza etmek isteyenler ise ara sıra da olsa mektup yazmaya devam etmektedir.
Sosyal ve kültürel etkinlikler, çocuk ve genç ruhun temizliği, tokluğu, süsünü ve inancını ihmal eden her türlü tavrı iyiye yöneltir.